Eskiyle Hesaplaşma (Dördüncü Bölüm)

Yayınlama: 18.09.2024
Düzenleme: 18.09.2024 09:40
A+
A-
Konya Büyüksehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu,Yazar- Dramaturg

Şiiri okuyup bitirdiğinde, zaman durdu sanki. Eskiden kalma bir aşk, yenilenmiş, daha da güzelleşmiş olarak Sabri ağabeyin ruhuna yeniden yerleşti. Küllerinden yeniden doğdu. Yeniden dirildi ruhu. (Basübadelmevt) Aşk üfledi, yeni bir hayatı dudaklarına. Uzunca bir süre hiçbir şey konuşmadık. Sözcükler ve anlamları gezinip durdu, yüreklerimizin koridorlarında. Bu sessizliği, benim ahmakça sorum bozdu. “Demek böyle delirdin ağabey?”

Dudaklarımdan bir anda sıyrılıp kaçmıştı, bu ahmakça cümle. Utancımdan yerin dibine girdim. Kalkıp gidecek diye düşünürken, gülümsedi Sabri ağabey. Gülümseyip, “nasıl delirdiğime dair bir fikrim yok” dedi. “Ama nasıl iyileştiğimi gayet iyi biliyorum.” Soğumuş kahveler yenilendi. Gözyaşları silindi. Ve bambaşka bir öykünün kapıları aralandı.  İçeriye girdik, soyutlandık dünya denilen, cennet görünümlü cehennemden. Anlatmaya devam etti öyküsünü. Bense insanların çoktan unuttuğu, dinlemenin dayanılmaz hazzını yaşamaya başladım. O anlattı ve ben dinledim yeniden.

“Şiiri okuduktan sonra, kâğıdı güzelce katlayıp, sakince cüzdanıma yerleştirdiğimi anımsıyorum. Derin bir sessizlik, tenimde geziniyordu sanki. İnsanlara baktım uzunca. Koşuşan, bir yere yetişmeye çalışan, kavga eden, yanak kasları çatlayıncaya kadar gülen insanlara. Manasızlaştı bir anda sokaklar, evler, arabalar, insanlar. Neden varız sorusu, aklımı kemirmeye kararlıydı. Sordukça sordum. Yanıt veremedikçe, ya da yanıt alamadıkça gökyüzünden, sorularım öfkeye dönüştü. Niye? Niye? Niye?… İşte bu soru, bir zikir gibi çakılıp kaldı dilime. Gece vakti eve geldiğimi anımsıyorum. Annem çok meraklanmıştı. Beni öyle görünce korkudan ölecek gibi oldu. Sığındığı tek ben kalmıştım. Benden başka kimsesi yoktu. Bunları biliyordum lakin bir türlü bu soruyu, kendime sormamaya engel olamıyordum.  O gece kimse uyumadı evde. Fal taşı gibi açıkgözlerimizle geceyi izledik. Sabaha karşı çocukluğumdan kalma oyuncaklar ilişti gözüme. Anılarıma oldum olası saygım vardı. Hiçbir şeyi atmamak gibi de saçma bir huyum. Annemle sürekli bu konuda kavga etmişizdir. O atmak istiyordu, bense saklamak. Onun haklı olduğunu yıllar sonra anlayabilmiştim. Bazen, sana acı veren her şeyi atmak gerekir. Hatırlamaktır yaşamak. Hatırladıkça gülümser ya da acı çekersin. Oyuncaklarımı karıştırıp çocukluğumu anımsadım. Babamı anımsadım. Onunla oynadığım oyunları hatırladım. Omzuna çıkıp babamın, parklarda dolaştığımız günler geldi aklıma. Niye gittin baba? Ve yeniden başladı, sorularım aklımı yemeye. Oyuncaklarım arasında plastik bir otobüs gördüm. Çocukken en büyük hayalim otobüs şoförü olmaktı. Büyüyünce ne olacaksın diye sorduklarında, hep aynı yanıtı verirdim. “Büyüyünce otobüs şoförü olacağım.” 63 yaşındayım ve ehliyetim bile yok. Hayallerimin peşinden nasıl koştuğumu sen tahayyül et artık.

İkimiz de güldük bu saçma cümleye. Sonra, “işte hayatın özü budur” diye düşündüm. Bir sürü hayal kuruyor, bozuyoruz. Hiçbiri için, en ufak bir adım atmıyoruz. Aslında biliyoruz adım atmadan, hiçbir yere ulaşmamız mümkün değil. Bizse sadece isteyerek ulaşacağımızı sanıyoruz. Kendini akıllı sanan birer ahmaktan farkımız yok. Ben bunları düşünürken aklımın aynasında, o anlatmaya devam etti.

Otobüsü alıp odadan çıktım. Tüm suçlu, o otobüstü zira. Onun yüzünden kaybetmiştim babamı, onun yüzünden kaybetmiştim Eda’yı. Aptallığın yaşı yok evlat. Kaderi es geçersen, bir gün mutlaka kendini hatırlatır sana. Olacak olan olur. Gidecek olan gider. Gelecek olan da gelir. Neyse, otobüs alıp dışarı çıktıktan sonrası yok bende. Sadece yürüdüğümü anımsıyorum. Sadece yürüdüm. Niye sorusunu sorup yanıtını arayarak, sadece yürüdüm. Bu yürüyüş tam 18 yıl sürdü. Doktorlara gittik, türlü türlü ilaçlar kullandım. Annem kahrından yataklara düştü. Hiçbir gelirimiz yoktu. Mahallemizdeki komşularımızın yardımlarıyla, devletin anneme bağladığı yoksulluk maaşıyla, kaymakamlıktan aldığımız erzak yardımlarıyla geçiniyorduk. Allah’tan eski de olsa, ev bizimdi. Babamın giderken, bize yaptığı tek yardım buydu galiba. Sağ olsun hep bizi düşünürdü.”

Babasına karşı olan öfkesi, ete kemiğe bürünmüş bana bakıyordu sanki. Ürkütücü ve korkutucuydu bu öfke. “Babasının yerinde olmak istemezdim” diye düşündüm kendi kendime. Yeniden gözleri doldu Sabri ağabeyin. Anlatmaya devam etti.

“Siz buradan taşındıktan iki ay sonra sanırım. Tam tarihi hatırlamıyorum. Annemi kaybettim bir gece. Oğlum diye yaşadı ve oğlum diye öldü. Ne kadar acıklı bir yaşam değil mi? Ve ben; bir aşkın peşine düşüp, hiçbir şey yapamamıştım onun için. Tek başınaydı, tek başına yaşadı, tek başına da öldü annem. Direndi düzeltmek için bir şeyleri. Mücadele etti. Yenildi, daha iyi yenildi. Yılmadı hiçbir zaman. “Of” dediğini hatırlamıyorum annemin. Ağzından, kötü bir söz çıktığını da… Eskiden yapayalnız kaldığımı düşünürken, asıl şimdi yapayalnız kaldığımı anladım. Gerçek ciğerimi parçalıyordu. Küçücük bir tabutun içine koyup, toprağın içine bıraktılar annemi. Artık toprağa karışacak ve çiçek olarak geri dönecekti dünyaya. Yani anlayacağın evlat, yine mücadele edecekti. “Ben ne yapıyorum” dedim o an kendime. Yokluk, açlık, çaresizlik… Bunların hiçbiri umurumda bile değildi. Benim sırdaşım, etimin eti, canımın canı gitmişti. Ve bir daha hiç dönmeyecekti. Kendimi,  öylesine aşağılık hissediyordum ki. Zavallı, ahmak ve aşağılık… O benim yüzümden ölmüştü. Kahrından, “bu çocuk ne olacak” diye düşüne düşüne can vermişti. İnsanın özünün kötü olduğunu, ilk kez o zaman anladım. Hepimiz kötüydük. Toplum kuralları, okuduklarımız, gördüklerimiz, cezalar durduruyordu bizi. Saçma sapan bahanelerin ardına sığınıp, haklı olduğumuz yanılgısıyla, ömür tüketiyorduk yalnızca. Annemi toprağa hediye ettikten sonra, o gece hiç uyumadım. Sorularım kaybolup gitmişti. Sessizliğe büründüm. Karanlık beni esir almıştı. Bu karanlıktan çıkmak, yaşamın gizini anlamak istiyordum. Hiç olmadığım kadar kararlıydım o gece. Yıllarca bakmadığım kitaplığımın yanına geldim. Bütün kitapları indirdim. Tek tek okumaya başladım. Bu nedir demeden, acaba ne anlatıyor sorusunu sormadan. Sadece okudum. Okudukça, daha da okudum. Günlerce evden dışarı çıkmadım. Annemin ölümünden sonra, eve getirilen yiyeceklerle beslendim. Zaten çok az yemek yiyordum. Neden bilmiyorum ama okudukça karnımın doyduğunu hissediyordum. Sanki derim, etim, ruhum yenileniyordu. O an bir şey oldu. Bir söz, odanın sessizliğinden geçip içime doldu. İçim dışım o söz olmuştu.”

“O söz neydi Sabri ağabey?”

“Yoku bulmak kolaydır. Asıl zor olan, var olanı görmektir. Ve insan; neyi görüyorsa, gerçeği de odur. Sonra bir kitapta okuduğum başka bir söz, tamamladı bu düşünceyi. Bu muhteşem söz, Mevlana’ya aitti. “Kardeşim sen düşünceden ibaretsin. Geriye kalan et ve kemiksin. Gül düşünürsün gülistan olursun. Diken düşünürsün dikenlik olursun.”

“İşte bu düşünceler, karanlığımın yerini aldı. Işıl ışıl parladığını hissettim, yeni düşüncemle ruhumun. Kalkıp duş aldım, yıkandım aklandım. Sabah oluyordu, gün aydınlanıyordu. Hava kapalıydı ancak güneşin orada olduğunu biliyordum. Zira artık görmesini öğrenmiştim. Bunu öğrendiğimde, yaşım 63’tü.

Dördüncü Bölümün Sonu

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.