Yağmur Sonrası

Yayınlama: 09.11.2023
A+
A-
Konya Büyüksehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu,Yazar- Dramaturg

( Gerçek bir hikayeden alınmıştır. )

Tuhaf adamdı Seyit. Ne zaman yağmur yağsa şehirde, o hep dışarı çıkar ıslanırdı özgürce. Rahmetli annesi, “ Yine bereketini aldın mı oğlum?” diye söylenirdi. Böyle yağmurlu bir günde, gecenin karanlığında ıslanırken usulca, onu gördü. Bir otobüs durağında sinmiş bir halde… Islanmıştı, yorgundu, bitkindi, üşüyordu. Bir müddet seyretti Seyit. Sonra dayanamayıp, ürkek adımlarla kadının yanına gitti. “Bir sorun mu var hanımefendi” diye seslendi. Ömründe ilk kez herhangi birisi ona, hanımefendi diye sesleniyordu. Garipsedi durumu önce kadın, sonra Seyit’e hiç bakmadan ”Yok bir şeyim. Teşekkür ederim.” deyip ayağa kalmak istedi, tökezledi bir anda, başı dönüyordu. Seyit, sert bir hamle ile kadını tuttu. Yeniden oturmasını sağladı. Hiç konuşmadan öylece bakıştılar. Sustular, sustular, sustular… Birden yağmurla yarışırcasına ağlamaya başladı kadın. İnci taneleri dökülüyor, yağmura karışıyordu. Ve istemsiz dökülüverdi ruhundan, onu yaralayan bütün cümleler.

“Henüz on altımda bile değildim evlendiğimde. Babam, “daha iyisini mi bulacaksın” diye, muhtarın oğluna sundu beni. Her yerin kendine ait bir Tanrısı vardır. Bizim köyün tanrısı da muhtardı. On iki yıl boyunca istisnasız her akşam dayak yedim. Örselendim, itildim, dışlandım. İki çocuk verdim ona, henüz ben çocukken. Evde üç çocuk, birlikte büyümek zorundaydık.” Derin bir iç çekti kadın. Elini kalbine koydu. Devam etti konuşmasına. “Ben mecburen büyüyünce, buruşunca tenim, beğenmez oldu beni. Öyle ya, o ki Tanrının çocuğuydu. Alabilme, tadabilme hakkı vardı, istediği her eti. Gencecik bir kız getirdi eve. Buna iyi bak, büyüt, herşeyi de öğret dedi, iğrenç yüzündeki garip gülümseyle. Öylesine güzeldi ki kızcağız. Bakınca yüzüne, istemsiz cennetin varlığına birkez daha inanmak zorunda kalıyordu insan. Gönlüm razı olmadı, onun da benim gibi aynı yolda yürümesine, aynı yokluğu, yoksunluğu yaşamasına. Peki, ne yapacaktım? Nasıl kurtaracaktım onu? Bu iğrenç adamın isteğine, istediğine nasıl hayır diyecektim? Çıksam karşısına, döksem içimden geçenleri önüne, yiyeceğim şey dayaktan başka bir şey olmayacaktı. Başka bir şey yapmalıydım, ama ne? Kaçıp gitmek lazımdı buralardan. Evet, evet kaçıp gitmeliydi. Sadece güçlü olanın sözünün geçtiği, yoksulun ezildiği bu kararmış topraklardan, çok uzağa gitmeliydi.” Yine sustu kadın. Gökyüzüne baktı ve anlamaya çalıştı hayatın anlamsızlığını. Sonra boşluğa bakıp, anlatmaya devam etti.  

“Gece gerdeğe girecek olmanın mutluluğuyla, keyifle rakısını içiyordu, insan görünümlü şeytan. İyice sarhoş olmuştu. Parmak uçlarımızda yürüyerek, sessizce çıktık evden. Önümüzdeki tepeyi aşınca kasabaya ulaşacak, oradan da şehre gidecektik. Planımız buydu.” Derin bir iç çekti. Gözlerinden pişmanlık akıyordu sanki. Seyit ise; gözünü kırpmadan kadını dinliyor, bir şeyler söylemek istiyor ama ağlarım korkusundan konuşamıyordu. Kadın güçlükle devam etti.

“Konu, bir kadının bedeni, eti olunca ondan akıllısı yoktur. Farketmiş kocam kaçtığımızı. Sağ sola haber salmış. Silahlanıp yola koyulmuşlar. Gök yarılmış gibiydi o gece. Yağmur içimize yüreğmize işliyordu sanki. Kızcağız çok üşüyordu, yürüdükçe tir tir titriyordu. Yorgundu, bitkindi, yürümeye dermanı yoktu. Kayaların dibinde mağaraya benzer bir yer bulduk. Onu yerleştirip, çalı çırpı toplamak için yanından ayrıldım. Ateş yakmalıydım zira… En azından kuruya yakın tahta parçaları bulabilmek için, iyice uzaklaşmıştım onun yanından. Aklımda tek bir düşünce vardı, ateş yakıp onu ısıtmak. Bir müddet sonra, üç el silah sesi duydum. Olduğum yerde kalakaldım. Ne onun yanına gidebiliyordum ne de kaçabiliyordum. Yağmurda öylece hareketsiz duruyor, onların beni bulmasını bekliyordum. Artık bir anlamı kalmamıştı yaşamın. Ölümden korkmuyordum. Saatlerce bekledim. Öylece, sessizce, hiç konuşmadan, düşünmeden öylece bekledim. Ne gelen oldu ne giden. O güzel kız, beni kurtarmak için başka bir yer tarif etmiş olabilirdi onlara. Kim bilir… Ama ben onu kurtaramıştım. Kalsa yaşayacak, kim bilir olmaz ya, belki de mutlu olacaktı. Bunu hiçbir zaman öğrenemeyecek olmanın kırgınlığıyla, tepeyi aşıp kasabaya vardım. Cebimdeki ıslanmış, bir miktar parayla da şehre ulaştım. Şimdi buradayım. Göğsümde onun acısı. Kendime kızıyorum. Benim ne işim var burada diye. Orada kalmalı ve onların gelmesini beklemeliydim. Ölümü beklemeliydim.” Kainatın sırrını bulmuş gibi heyecanla Seyit’e baktı kadın. “Bana bir miktar borç para verir misin? Dönüp, yarım bıraktığım işi tamamlamak istiyorum.” Seyit ağlıyordu. Durdurmak istedi gözyaşlarını ancak bir türlü olmuyordu. Çaktırmadan gözyaşlarını silip “olmaz” dedi. “Olmaz. Sen burada kalacak ve kendine yeni bir hayat kuracaksın. O güzel kızın yaşayamadığı hayatı, bütün iğrenç insanlara inat, sen yaşayacaksın. Bunca mücadeleden sonra, kolay yolu değil, zor yolu seçeceksin. Yaşayacaksın, inadına yaşayacaksın.” Sessizce bakıştılar. İkisinin de gözleri gülüyordu artık. Seyit’in aklına bir şey takılmıştı. Çaresiz sordu. “ İki çocuğum var demiştin. Onlar nerede şimdi? Onları neden almadın yanına?”  Yeniden sustu kadın. “Çocuklarım” diye mırıldandı sadece. Ama anlatmalıydı her şeyi. Bugün herşey konuşulmalıydı, hiçbir eksik kalmamalıydı. Tamamlanmalıydı tüm yarım kalanlar. “Evlendiğim o iğrenç adam, öz amcamın oğlu idi. İki çocuğumda sakat doğdu ve iki yaşına gelmeden ikisi de öldü. Şimdi cennetteler sanırım. Çocuklarım! Gökyüzünde hiç yıldız yok, güneş nerede kimbilir.” Bu sözün ardından, Seyit ilk kez kadının yanına oturdu.

“Güneş hergün doğar, binlerce yıl da doğmaya devam edecek. Yağmurun yağıyor olması bu gerçeği değiştiremez. Hadi kalk, karnın acıkmıştır. Bir şeyler yiyelim.”

Ürkerek, kalbi heyecanla çarpmış bir halde, kadının elini tuttu Seyit. Ve ölünceye kadar da hiç bırakmadı. Gecenin karanlığında, yağmurda yürüdüler. Sislerin içinde kayboldular.

İki yıl sonra bir kız çocukları oldu. Kızlarının adını, cennet yüzlü, talihsiz kızcağızın adını yaşatmak için, onun adını verdiler. Adı Berfin oldu.

Kadının adı ise… Sahi kadının adı neydi? Kadının adı yoktu. Ya unutmuştu adını ya da hiç konulmamıştı. Ne önemi vardı ki zaten doğduğu topraklarda bir adının olmasının. Tek bildiği şey, o gece yeniden doğmuştu küllerinden. Artık adı Hevi olmuştu yani umut…

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.