Yaşadığını sananların öyküsü

Yayınlama: 02.10.2023
A+
A-
Konya Büyüksehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu,Yazar- Dramaturg

Tarlası vardır büyükçe. Upuzun, dümdüz bir ovanın tam ortasında dururdu tüm heybetiyle. Az para istiyorlar diye, sigortası, kılı tüyü yok diye, nerede aciz varsa onu çalıştırırdı üç kuruşa. Uzun zamandır, Suriyelileri gözüne kestirmiş durumdaydı sinsi yüreğiyle.

Sabah gün doğumunda, büyük bir keyif ve iştahla uyanır, külüstür traktörüne doldururdu işçilerini. İşçiler ayılmaya, uyanmaya çalışırken; o türküler söylerdi, iğrenç sesiyle. İşçiler, tarlaya dökerken alın terlerini, o çadırına çekilirdi. Uzatırdı ayaklarını, birinci sınıf tütününden bir sigara sarardı kendine. Ara ara “ bu işçileri boş bırakmaya gelmez, kaytarmaya çok müşahittir” diyerek dolaşırdı, ucu bucağı olmayan tarlasında. Dinlenen bir işçiyi gördüğünde, zevkten dört köşe olur, küfür ettikçe ve haliyle karşılık almadıkça, kendini bir halt sanır, rahatlardı. İş bitip, mahsul satılınca, paraları cebine bütün bütün indirince, kendinden geçer, soluğu camide alırdı. Camiye giderken, birkaç koli küflü şeker almayı da asla unutmazdı. Cemaate dağıtılırken küflenmiş şekerler, o bir köşeye çekilir, kendisiyle gurur duyardı. Cennet hayalleri kurardı, buruşmuş yüzünün gölgesinde. Malının kırkta birini vermezdi belki ama mutlaka, evinin önünde birikmiş dilencilere bir beşlik atardı. Akşam olunca, tıka basa yemeğini yer, et olmayan sofraya kesinlikle oturmazdı. Yemeğini yedikten sonra, ev halkına hiçbir şey demeden dışarı çıkar, hiçbir yere uğramadan, ilçedeki pavyonda giderdi.  Bir büyük devirmeden de içtim demezdi. Genelde pavyonda, kons Sibel ile takılırdı. Tabi ki kadının gerçek ismi bu değildi. Aslına bakarsanız kadının kendisi de gerçek adını bilmiyordu. Zaten pek de önemli değildi artık. Nasıl olsa birkaç yıl içinde, ya akciğer kanserinden ya da sirozdan ölecekti.

Bizimkinin cebinde parasının olduğunu bildiğinden onunla uzun uzadıya ilgilenir, ufak dokunuşlarına ses etmezdi. Bizimki de makyajlı bir kadına, özgürce dokunduğundan kendini zampara sanırdı. Zil zurna sarhoş olduktan ve olması gerekenden çok daha fazlasını pavyona bıraktıktan sonra, yalpalayarak evine dönerdi. Zavallı karısı eğer o gece şanslı günündeyse, dayak yemekten kurtulur, sadece sabaha kadar süren iğrenç horlama sesinden başka bir kaybı olmazdı.

Bu yaşam gibi görünen bomboş hayatını, elli yıldır eksiksiz olarak aynı şekilde devam ettiriyordu. Muhtemelen bir sabah,  işçilerini azarlama hayaliyle kalkmayı beklerken yatağında ölü bulunacaktı. Bu öykümsü yazıyı yazarken tek düşündüğüm şey şu oldu: Yaşamak nedir? Nefes alan, yiyen, içen, sevişen, gülen, ağlayan, konuşan, istediklerini alan, istediklerini zorla yaptıran, bekleyen, giden, gelen herkes gerçekten yaşıyor mudur? Sahiden yaşamak nedir? Siz nefes alanlar, gerçekten yaşıyor musunuz?

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.